| HIRSIZ, KATİL, FAŞİST, MUHBİR...AMA SANATÇI ( ARDA USKAN-RADİKAL) Gözlerini gözlerinizin içine diktiği zaman donup kalırdınız. Bazen 
              sıcacık bir gülümseme, bazen kararlı bir bakışın donuk parıltılarını 
              hissederdiniz. Keşke onu daha çok tanıyabilseydim. Sadece birkaç 
              kere karşılaştık. Bir kez de, yönetmenliğini yaptığım çocuksu bir 
              filmi başbaşa izledik. 22-23 yaşlarındaki bir gencin (benim) ilk 
              yönetmenlik denemesindeki saçmalamalarını nasıl da sabırla izlemişti 
              ve her şeye rağmen yüreklendirmişti beni. İnanılmaz karizması olan 
              bir insandı Yılmaz Güney.'Yol' filminin senaryosunu yazmış, yapımcılığını üstlenmişti Yılmaz 
              Güney, o dönemini, (hayatının pek çok zamanında olduğu gibi) hapiste 
              geçirdiği için, filmi Şerif Gören çekmişti. 'Yol', Cannes'da, Costa 
              Gavras'ın 'Missing' filmi ile birincilik ödülünü paylaştı. Hafta 
              içinde, Gavras'ın Yılmaz Güney'in yaşam öyküsünü filme alacağı haberi 
              çıktı gazetelerde. Ve başladı abuk bir tartışma. İlk darbe Fatih 
              Altaylı'dan geldi. Yazısına, 'Kadın döven katil bir adam' diye başlık 
              atmıştı Altaylı. Bu katil, Yılmaz Güney'di.
 1900'lü yılların başında doğan Jean Genet'nin babası belli değildi. 
              Yani piçti. 16 yaşından itibaren Paris genelevlerinin müdavimi olmuştu. 
              Eşcinsellerin, Pigal'in fahişelerinin, travestilerinin arasında 
              dolaştı durdu yıllarca. 2. Dünya Savaşı sırasında hırsızlıktan hapse 
              girdi. En önemli ilk iki romanını da orada yazdı. Daha sonra yazdığı 
              piyeslerle dünya çapında üne ulaştı. Ona göre 'yaşam iğrenç bir 
              soytarılıktı ve edebiyat ancak kendi kendinin celladı olduğu zaman 
              bir anlam taşırdı.' 'Hırsızın Günlüğü' kitabı hâlâ elden ele dolaşmakta. 
              Ama o, gerçekten hırsızdı.
 Yine hemen hemen aynı yıllarda Amerikan şairi Ezra Pound için 'şiirin 
              Einstein'ı' deniyordu. Edebiyat dünyasının şapka çıkarttığı olağanüstü 
              bir yetenekti. Ama 2. Dünya Savaşı sırasında faşizmi benimsedi. 
              İtalya'ya gitti ve Roma radyosunda Mussolini faşizminin savunucusu 
              oldu. Artık Ezra Pound, bir faşistti.
 Kayseri doğumlu Elia Kazan hiçbirimizin yabancısı değil. Actors 
              Stüdyo'yu kurup, Marlon Brando gibi pek çok sanatçının öğetmeni 
              oldu. 'Rıhtımlar Üzerinde', 'Cennet Yolu' gibi nice filmle Hollywood 
              entelektüellerinin gözbebeği oldu. Ama gün geldi, McCarthy döneminde 
              başlatılan komünist avında kendi paçasını kurtarabilmek için en 
              yakın arkadaşlarını ihbar etti. Chaplin ve Joseph Losey, onun yüzünden 
              Amerika'dan kaçıp İngiltere'ye yerleşmek zorunda kaldılar. Kazan, 
              bir muhbirdi.
 Ya Louis Althusser'e ne demeli. Yüzyılın en önemli filozoflarından 
              biriydi. Ama sonunda karısını boğarak öldürdü. O, bir katildi.
 Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bugün, bu insanları unutulmaz kılan, 
              onların sanatçı yanları. Yoksa, hırsız, katil, ya da faşist olmaları 
              değil. Bu yüzden Fatih Altaylı'nın Yılmaz Güney için yazdığı yazının 
              başlığını görür görmez kanım dondu: "Kadın döven katil bir 
              adam". 'Maço' imiş, 'Nebahat Çehre'yi dövermiş', 'Yumurtalık 
              savcısını öldürmüş'. Bunlar beni ilgilendirmiyor. Fatih yazısında, 
              "Hapisten kaçıp yurtdışına gitmesinin fikirle mikirle ilgisi 
              yok. Adam adi bir katil, siyasi yönü filan yok" diyor. Ama 
              şu faktörü göz ardı ediyor: Yılmaz Güney, cinayet suçundan yattığı 
              hapishaneden kaçarken, ayrıca Güney dergisinde yazdığı yazılardan 
              dolayı yıllarca hapis cezası istemiyle de yargılanıyordu.
 Sonra, Serdar Turgut da aynı kervana katıldı. O da 'Yılmaz Güney 
              Solcu muydu?' başlıklı yazısında "İşin ilginç yanı, Yılmaz 
              Güney'in bireysel yaşamındaki yanlışlarının memleketimizdeki sol 
              düşüncede itibar görmesi ve onun teoride anlatılan 'sosyalist birey'in 
              neredeyse gerçek yaşamdaki saf hali şeklinde sunulmasıydı" 
              diyordu.
 Yılmaz Güney'i savunmak bana düşmez. Ama bildiğim ve söylemek istediğim 
              bir şey var. Beni ilgilendiren Güney'in sanatçı yanı. O, mükemmel 
              bir oyuncu, çok iyi bir yönetmen, iyi bir sinemacı olduğunu yaptığı 
              işlerle kanıtladı. Lümpenmiş, maçoymuş, katilmiş... Bunlar madalyonun 
              diğer yüzü. Nasıl ki, Jean Genet hırsız diye, Ezra Pound faşist 
              diye, Elia Kazan muhbir diye, Althusser katil diye, 20. yüzyılın 
              düşün, sanat, edebiyat dünyasından dışlanmıyorsa, Yılmaz Güney'e 
              de bu gözle bakmak gerekir. Diyebilirsiniz ki 'Yılmaz Güney bu saydıkların 
              gibi bir deha değildir.' Belki de değildir. Ama bu işin özünü değiştirmiyor.
 Bana göre gerisi boş laf.
 
               
                |  |  |  |