Haberler

   Yazılar

   Söyleşiler


  


YILMAZ GÜNEY'E DAİR 1 (HADİ ULUENGİN-HÜRRİYET)

Polemiğin çıkışında belirleyicilik taşıdığı için sıfatlardan başlıyorum: Evet, Yılmaz Güney 'lumpen'di! Haşa, 'entelektüel' falan da değildi!
Dolayısıyla, Serdar Turgut'un iki saptaması da tamamen doğrudur.
Fakat ilkin lugate netlik kazandıralım ki mugalata zemini yaratılamasın.
* * *
YANILMIYORSAM Engels'in gençlik eseri 'İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu' kitabıyla terminolojiye yerleşen 'lumpen proletarya' sözcüğü, özünde, üretici süreçten kopmuş ve 'tortu' kimlik sergileyen şehirli alt kesimi tanımlar.
Ancak kelime zamanla elastikiyet kazanmış ve sosyal içeriği nispeten geri plana düşmüştür. Daha çok hem hal ve oluş tarzından külhanbeylik akan, hem de yasaların sınır hattında yaşayan yarı marjinal insanları betimler olmuştur.
'Entelektüel'in çerçevesini çizmek ise 'lumpen'e oranla bin bir defa daha zor ve daha fludur. Fakat mümkün mertebe şematikleştirsem, 'entelektüel', 'kendisi için bilmek' dürtüsünü benliğinde ihtirasa dönüştürmüş ve 'birey' kavramını hiç olmazsa bir nebze yakalayabilmiş eleştirel düşünce insanıdır.
Ve, Yılmaz Güney işte yukarıdaki türden bir 'lumpen'di !
Ve, Yılmaz Güney işte yukarıdaki türden bir 'entelektüel' değildi !
* * *
'LUMPEN'di, çünkü Turgut'un da belirttiği gibi, Güney köylü feodal değerleri şehirli varoş kültürüyle harmanlarken hal ve oluş tarzında bitirim; hayat seyrinde de yasallığın sınır hattında, hatta ötesinde bir tercih yaptı.
Yalnız kendisi için yapsa amenna, fakat bunun mitolojisini de üretti. Cinayet olayını geçtim ama, şahsında tapındığı şiddeti ekranda da putlaştırdı.
Nitekim, piyasa talebine uygun 'vurdulu kırdılı' filmlerini saymasak bile (ki, aslında bu talebe neden onun arz sağladığı da cevap isteyen ayrı bir konu), Yılmaz Güney'in 'sanat eserleri'ni (!) dahi genel olarak 'lumpenliğin' meşrulaştırması; özel olarak da 'iyi şiddetin' efsaneleştirilmesi belirler.
Tam burada parantez açayım:
Şeylerin yerli yerine oturması için Türkiye'de de izlenmiş olmasını çok isterdim, sinemacı Paris'te 'Duvar'ı çekerken Fransız tv'sinin de yönetmeni canlı görüntülediği bir belgesel vardır ki, Allah sizi inandırsın, Güney figüran olarak oynattığı küçümen çocuğu mercekten gizli küfür sille pataklar. Kamerayı durdurduktan sonra ise 'gerçekçi rol yap diye dövdüm' diyerek okşar !
Ve malum, 'Duvar' ülkemiz zindanlarındaki şiddeti ortaya koymaya çalışır.
Bir şiddeti eleştirmek adına başka bir şiddete fiilen başvuran; üstelik bunu bir çocuğa uygulayan Yılmaz Güney'in 'lumpen' kültür ve davranış biçimi yansıtıp yansıtmadığı sorusunun cevabını sizin takdirinize bırakıyorum...
* * *
KELİME bu kadar da ayağa düşmedi, Güney tabii ki 'entelektüel' değildi !
Tamam, herkesin bir tarafa sürüklendiği o 'cinnet yılları'nda kendisinin Enver Hoca namlı komünist katile yandaş bir fraksiyonla özdeşleşmesini biraz anlayışla karşılayabiliriz. Zaten, eğer belirli özellikler taşıyorlarsa en totaliter tercihleri yapmış kimseler bile 'entelektüel' olabilirler.
Ama insaf eyleyin, Yılmaz Güney 'kendisi için bilmeyi' benliğinde ihtirasa dönüştürmüş ve 'sürü'den biraz kopabilmiş bir eleştirel düşünce insanı mıydı ?
Yoksa, karman çorman sloganların vulgarizasyonunu yansıtmaktan öteye gidememiş ve 'lumpen' kültüre 'sol' salça sürmüş bir 'yarı münevver' miydi?
Bana sorarsanız, kuşkusuz ki ikincisiydi !
İyi bakın, Güney'in hiç bir filminde evrensel 'entelektüel' boyut yoktur.
Zaten yarın, sinemacı sıfatından dolayı aslında hiçbir zaman 'lumpen' kimliği ve 'entelektüel' tınlığıyla değerlendirilemeyecek olan Yılmaz Güney'in bu sanatçı yönününü ele alacağım.

YILMAZ GÜNEY'E DAİR 2

Aktörlük yeteneği apayrı konu, ama Yılmaz Güney sinema yönetmeni olarak ancak bir 'konjonktür sanatçısı'ydı. 'Konjonktür sanatçısı' ne mi demek ?
Şu demek ki, tarihin belirli dönemlerinde belirli siyasi ve fikri akımlar ön plana çıktıklarında, bunları benimsemiş sanatçılar da ortaya çıkarlar.
İnançlarına paralel ve 'angaje' olarak tanımlanan türden yapıt verirler.
Bunda yadırgatıcı yan yoktur. Modern zamanlardaki örnekleri sayısızdır.
Ve işte, Güney bu türden bir sanatçıydı. Atmışlı ve yetmişli yıllar dünya ve Türkiye'sindeki nabzı yakaladı, yürek atışlarıyla uyumlu filmler üretti.
Sezar'ın hakkı Sezar'a, hem ülkemiz kıstaslarına göre vasat üstü bir grado tutturduğundan; hem de sloganların hüküm sürdüğü 'taraf ortam' zaaf teşhirini engellediğinden önce şöhrete ulaştı, sonra da efsanevi zırhla donatıldı.
Fakat, sanatçıların 'konjonktürel' olması onları 'evrensel' kılmaz !
* * *
KILMAZ, çünkü 'evrensel'e yaklaşabilmenin iki temel kıstası vardır.
'Angaje sanatçı' 'momentum' sırasında ne kadar övgü toplamış olursa olsun, o ancak, bir, eğer yaratıcılığa yeni boyut kazandırmışsa; iki, 'vasat üstü'yü aşarak 'mükemmel'e teğet geçen bir düzey yakalamışsa 'evrensel'e yönenebilir.
Aksi takdirde, siyasi erozyonla birlikte demode olur. 'Klasik'e erişemez.
Ve, bugün ancak demode bir 'konjonktür sanatçısı' olarak kalan Güney asla 'evrensel' değildir. 'Klasik' demek için ise cahil-i cühela olmak gerekir.
Hemen söyleyeyim, bu saptamamın ne 'lumpen' kişilikle, ne 'entelektüel' zafiyetle, ne de angajman tercihiyle ilgisi var. Tabii ki 'lumpen' şahsiyetler de, 'entelektüel' ufuksuzlar da, komünist militanlar da yukarıdaki iki kriteri yakaladıkları takdirde 'evrensel'e dönüşürler. Tersini düşünmek abestir.
Ama Yılmaz Güney 'evrensel' değildir, zira yeni yaratıcılık üretememiştir ve 'mükemmel'e teğet geçen bir düzey tutturamamıştır. Bu kadar !
* * *
GÜNEY'in sineması, kendisinden çok önce ve çok daha iyi örneklerle ekrana yansımış olan 'toplumsal gerçekçilik' ekolünün rötarlı Türkiye versiyonudur.
Tek özelliği bizim ülkemizde ilk olmasıdır. Körler diyarında şaşı sultan misali, 'sol münevverler'in (!) üfürdüğü 'efsane'nin derininde de bu vardır.
Oysa, aynı siyasi angajman paralelinde yapıt üretmiş diyelim ki bir Sergey Eisenstein'in filmleri kamera dili ve dramatik kurgudaki devrimcilikten dolayı bugün hala evrensel ilginçliklerini korur da, 'Umut' artık sinema okullarında 'sosyal antropoloji' varyantı olarak gösterilmekten fazla öteye gidemez.
Veya benzer toplumları alırsak, Hintli Satyajit Ray'ın ya da Mısırlı Yusuf Şahin'in şeritleri yine evrensele dokunmuş olduklarından, Güney'in karelerine oranla çok daha az 'demode'dirler. Zaman aşımına direnecek ölçektedirler.
'İmanlı taraftarlar' aksini iddia etse de, çağımız dünya ve Türkiye'sinde Yılmaz Güney artık sadece yerel ve demode bir 'konjonktür sanatçısı'dır.
* * *
SAKIN bana 'ama Cannes'de ödül kazandı' veya 'ismi dünya ansiklopedilerine geçti' türünden argümanlar getirilmesin ! Karnım tok, yemem... Hem n'apim...
'Yol'a esas imzayı atmış Şerif Gören'e yapılan bariz haksızlık bir yana, ben size Cannes, Berlin veya Venedik'te podyuma çıkmış ve şimdi adı unutulmuş sayısız yönetmen sayarım ki, onlar da, altın palmiyeyi aslında hem 12 Eylül'ün uluslararası yankısına; hem de biraz Batılıların egzotika merakına borçlu olan Güney gibi, o günkü konjonktüre uygun olarak mükafat kazanmışlardır.
Kaldı ki, hiç bir ödül hiç bir sanatçıyı 'evrensel' kılmaya yetmez !
Tıpkı, Bartok taklidi 'Türk beşleri'nin müzik ansiklopedilerine girmesi, onların yapıtlarının evrensel repertuvarlara girmesine asla yetmediği gibi...
* * *
DÜN ve bugün, Yılmaz Güney efsanesini yıkmaya yönelik yazılar yazdım.
Ancaak ! Çok önemli bir 'ancak' var ki ona da cumartesi değineceğim...


YILMAZ GÜNEY'E DAİR 3

Aslını inkar eden namerttir! Eğer ben çocukluğumun 'radyo günleri'nde 'Süpürgesi yoncadan' türküsünü Ulvi Cemal Erkin'in çok sesli armonizasyonundan dinlememiş olsaydım, bugün Bach ya da Stravinsky müziğini keşfedemezdim. Murat Belge ve Zeki Coşkun lumpenlik üzerinde durdu.
İlkokulu bitirirken Mahmut Makal'ın 'Bizim Köy'ünü okumasaydım da, bugün Gorki'den Pessao'ya uzanan yelpazenin edebiyat dağarcığıyla donanamazdım.
Ve, atmışlı yıllar nihayetinin Yılmaz Güney filmlerini seyretmeseydim, yine bugün, muhtemelen Visconti veya Egoyan sinemasını yakalayamazdım.
Bu formasyon güzergahı kuşağımın önemli bir bölümü için de geçerlidir ve ben namert değilim, aslımı inkar etmem!
* * *
ETMEM de, yukarıdaki yerel isimler sayesinde evrensellere ulaşmış olsam dahi, benim kıstaslarımı çoktandır Stravinsky, Pessao, Visconti belirliyor.
Ve bu kıstaslar Erkin'i de, Makal'ı da, Güney'i de çok sıradanlaştırıyor.
Peki, böyle bir sıradanlaşma 'Türk Beşleri'nin müzikteki, Köy Enstitüleri' nin edebiyattaki, Güney'in de ekrandaki önemini azaltır mı ? Hayır, azaltmaz!
Fakat, ancak mekanda ve zamanda sınırlı kalmak kaydıyla azaltmaz !..
Böyle bir sıradanlaşma onları yerli yerine oturttur. Ayaklar zemine basar.
Çünkü onlar bir dönem geçmek zorunda olduğumuz aşamalardı. 'Öncü' rolleri için de şükran borcumuz var. 'Patrimuvan' denilen kültür hazinemize dahiller.
Ne eksik, ne fazla, tam o kadar!
* * *
O kadar ama, 'devrim vidası sıkmaya' yeltenen mızıka şefi 'Türk Beşleri'ni 'dahi besteci'; fetva dağıtan Kemalist gazetenin 'siyasi komiseri' Köy Enstitüsü romancılarını 'yüce edebiyatçı'; iman çizgisini aşamamış ideoloji müridi de Yılmaz Güney'i 'evrensel sinemacı' diye ilan etmeyi sürdürüyor.
Yok böyle bir şey ! Bu methiyeler hava cıvadır... Partizan övgülerdir...
Genel familya olarak konuşuyorum, bunların hepsi bazen vasat altı; çoğu zaman vasat; nadiren de vasat üstü sanatçılardı ki, yukarıda belirttiğim gibi, onların önemi belirli bir süreçte 'öncü' olmuş olmalarından kaynaklanıyordu.
Bugün ülkemizde de, dünyada da çoktan aşılmış; üstelik aşınmışlardır !..
Ve, onların aşılmasının ve aşınmasının kendileri için de aynı anlama geldiğini bilen zihin zaptiyeleri dokunulmaz tabudan kale duvarı örüyor, gedik açıldığında can havliye tuğla taşıyor, en zirveye de kutsal put dikiyorlar.
Yoğun mancınık ve ok yağmuruna rağmen yalın kılınç kuşatmayı sürdüren bizleri ise hem 'inkarcılık'la suçluyor, hem de yukarı mazgalda olmanın güvenliğiyle, 'civciv yumurtadan çıktı kabuğunu beğenmiyor' diye alaya almaya yelteniyorlar.
* * *
HAYIR efendim, iftira atmayın 'inkarcı' değiliz! En azından ben kendi hesabıma değilim ve başta dediğim gibi, zamanda ve mekanda sınırlı kalmak ve eleştiri hakkımı saklı tutmak kaydıyla, 'Beşler'in, Enstitüler'in veya Güney' in 'patrimuvan'ını sahipleniyorum. Formasyonumdaki önemlerini ilan ediyorum.
Fakat zaptiye sultası artık yetti ve tabii ki tabulara kılıç savuracağız.
Zira, siz ki yıllarca Güney'in insani ama çok vahim kişiliği üzerine kalın sünger çektiniz, şimdi de O'nun yapay efsanesini pekiştirmek; dolayısıyla aslında kendi statükonuzu koruyabilmek için yeni tabu üretmeye kalkıyorsunuz.
Zaten, bugünkü polemik kimsenin durup dururken Yılmaz Güney'i hedef almasından değil işgüzar eşinin 'mitos'a gaz üfürmek istemesinden kaynaklandı.
Oysa söyledim, Güney vasat üstü ve yerel bir 'konjonktür sanatçısı'ydı.
Ben orada ve o kadar saygı duyarım... Putunuza tapınmam. Balyoz savururum.
Sonra, var mı itirazınız, evet yumurtadan çıktım ve kabuğumu beğenmiyorum. Şükür, kabuğa kapanıp asla pilice, yarkaya, horoza dönüşemeyenlerden değilim.
Ve bilin ki, sizin sığındığınız kabuk zahiren korungandır. Kırılacak!
Ve bilin ki, burca diktiğiniz dokunulmaz put yalancıdır. İnecek!
Ve yine bilin ki, tabu duvarıyla ördüğünüz kale koftur. Fethedilecek!

 

önceki sayfa diğer yazı