Haberler

   Yazılar

   Söyleşiler


  


Çirkin Kral mitosu

1982 Cannes Film Festivali’nde büyük ödül alarak sinema tarihine geçen Yılmaz Güney “Duvar” filmiyle tekrar gündemde.

NTV-MSNBC



18 Ekim — Sadece sinemasıyla değil, özel yaşantısıyla da bir tartışma konusudur Yılmaz Güney... Sinemaya ilk adım attığı yıllardaki kabadayılığı ön plana çıkaran filmleriyle de, daha sonra yöneldiği siyasal içerikli yapımlarıyla da Güney, her zaman halkının sesi olmaya çalışır. Birbiri ardına vizyona giren filmleri hala unutulmadığının en güzel ispatı olsa gerek.


Yılmaz Güney
1937’de Adana’da doğan Yılmaz Pütün (Güney), lise yıllarında, bisikletiyle sinemadan sinemaya on altı milimetrelik film bobinleri taşıyarak sinemaya ilk adımını atar. Sinemaya daha yakın olabilmek için Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bırakır ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne yazılır. Sinemaya olan sevgisini şöyle özetliyor:
“Sinemayla karşılaşmam 13 yaşındayken oldu. Kavgalı dövüşlü filmlerin gösterildiği fukara sinemalarına gidiyorduk. Kendimizi daha rahat hissediyorduk bu sinemalarda. Mesela bir Galatasaray Sineması vardı, çok güzeldi. Önünden geçer bakardık ama çok lükstü gitmeye korkardık. İstesek parasını verip girebilirdik. Ama ne kıyafetimizi ne de yapımızı uygun görmezdik o sinemaya”

Bu arada, Adana’da pursantaj memurluğunu yaptığı Dar film’in İstanbul bürosunda çalışmaya başlar. Atıf Yılmaz’la tanışır ve onun asistanlığını yapmaya başlar.
1956 yılında yayınlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı için, 1961 yılında 18 ay hapis ve 8 ay Konya’ya sürgün cezası verilir. Bu cezayı almadan önce 1959 yılında oynamış olduğu Atıf Yılmaz’ın “Alageyik” filminde gelecekte kendinden bahsettirecek bir aktör olacağının sinyallerini verir. Oyuncu olarak yer aldığı sadece ikinci film olmasına rağmen performansı dikkat çekicidir. Ardından ceza ayları gelir.

Filmografi

• Yılmaz Güney'in yönettiği, oynadığı, yazdığı filmler




Öyküden ceza almasına neden olan paragraf:
“İğrenerek baktı -iyice iğrenememişti-.Yüzü daha bir buruştu. Yapmacıklı bir sinirle “Siz böylesiniz işte”dedi.”En iyiniz bile böyle. Kendi çıkarlarınız için neler yapmazsınız. İşçiymiş. Basit bir işçiymiş-seyircilerin durumlarını da görmek istiyordu-ben bir işçiyim. Beni basit görmezsin değil mi?İşine yararım. Keyfini getiririm; doğru değil mi söylediklerim-söyledikleri doğruydu. Birinci şahıs doğru demiyordu-.Ah domuzlar sizi. Bir gün hepinizin topunuzu attıracaklar ya; dur bakalım ne zaman.”

İlk kez hapse giren Yılmaz Güney, hayatının muhakemesini yapar, kendini yeniler ve düşünsel yapısını geliştirir. Kendisine bir misyon biçer, bunu nasıl gerçekleştireceğinin hesaplarını yapar.
Hapishaneden çıktıktan sonra zor günler geçiren Yılmaz Güney’in daha sonra rol aldığı film sayısı artmaya başlar. 1963’te “İkisi de Cesurdu” isimli iddiasız bir filmin senaryosunu yazar ve baş rolünü oynar. Ferit Ceylan’ın yönettiği bu film, Güney’in bundan sonraki filmlerinin ana malzemesi haline getireceği “kabadayı mitosu”nun temellerini atar. 1964’te yine senaryosunu yazıp, oynadığı “Koçero” Anadolu’da büyük iş yapar. Aynı yıl rol aldığı “10 Korkusuz Adam” filminde hiç konuşmayan, sürekli arka cebinde taşıdığı konyağı içen bir ayyaşı canlandırır. Bu rol, filmde fazla bir önem taşımadığı halde Yılmaz Güney, diğer oyuncular Tamer Yiğit, Adnan Şenses, Tunç Oral ve Özkan Yılmaz’ı gölgede bırakır. Güney’in göründüğü sahnelerde sinema salonları inler. Böylece Yılmaz Güney bir mitos haline gelmeye başlayarak senarist ve oyuncu olarak birçok filmde görev alır. 1965 ve 1966 ise aktör Güney’in en verimli yılları olur. Artık Türkiye’de sinema “Çirkin Kral”ının adıyla anılmaktadır.



Güney’in sineması, o tarihe kadar genelde melodramlardan, uyarlamalardan ve savaş öykülerinden oluşan Türk sinemasına yeni bir soluk getirir. Filmleri, Türk tarzı yaşamın daha artistik ve daha kişisel bir yorumudur. Canlandırdığı karakterleri şöyle yorumlar:
“Ben, oyuncu olarak halkın giyiminden, davranışlarından farklı olmamaya çalışıyordum. Zaten olamazdım ki. Ben zaten kendimi oynuyordum. Şöyle bir durum var: Yaptığım bütün filmlerde benden bir parça vardır.”

“Seyyit Han”, “Toprağın Gelini” ve sinema tarihimizin önemli filmlerinden “Hudutların Kanunu”yla ilk işaretlerini veren sürecin sonunda beklenen çıkış “Umut” filmi ile yaşanır. Türk sinemasında yer yerinden oynar. “Umut”, Yılmaz Güney’in başyapıtlarından biridir. Ayrıca Türkiye’de devrimci sinemanın da ilk ve en iyi örneklerinden biridir. Bu filmi, “Acı”, “Ağıt”, “Baba”, “Arkadaş” ve “Endişe” takip eder. 1979’da senaryosunu yazıp, yapımcılığını üstlendiği en önemli filmlerinden olan “Sürü” gelir. 1981 yılında ise sinemasının doruk noktası olan ve Şerif Gören tarafından yönetilen “Yol” ile daha sonra yurt dışında önemli ödüller alır. Aslında mahkumiyetten kurtulmak için Türkiye’den kaçtığı 1981 yılına kadar Güney adı ve çalışmaları yabancı sinemaseverler tarafından pek bilinmez. Fakat bu kaçıştan itibaren gerçekleşen olaylar Güney adını tüm dünyaya duyurur. “Yol” filminin, 1982 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanmasıyla birlikte Güney yalnız kaçış olayıyla değil filmleri ile de anılmaya başlar. Dünya sineması yeni keşfinin heyecanını yaşamaktadır.

“Düşünmeden hiçbir insanın herhangi bir şey yapabilmesine imkan yoktur. Ben sadece düşündürmek istiyorum.”

Yılmaz Güney Güney “kabadayı mitosu”nu yarattığı filmlerinin ardından gelen yeni dönemdeki felsefesini kısaca özetler:
“Düşünmeden hiçbir insanın herhangi bir şey yapabilmesine imkan yoktur. Ben sadece düşündürmek istiyorum.”

1983’te bir hapishanede yaşananları anlattığı ve Fransa’da, Fransız hükümetinin de desteğini alarak senaryosunu yazıp, yönettiği “Duvar” (Le Mur) filminden sonra 9 Eylül 1984’te Paris’te hayata gözlerini kapar.
Yılmaz Güney, sadece halkının sevgisini kazanmakla kalmamış, aynı zamanda aydın kimliğinin sorumluluğunu taşıyarak, bunun bedelini ödemekten kaçınmamıştır.

önceki sayfa diğer yazı